15 Nisan 2015 Çarşamba

The Book Thief

The Book Thief ( IMDB : 7,6 )
Yine kitabını okumadan izlediğim bir film. Sabredemedim, bekleyemedim kitabı okuduktan sonra filmi izleyecektim ama yine olmadı işte. Markus Zusak’ın aynı adlı romanından uyarlanan 2013 yapımı film. Aslında savaş filmi olarak görünse de büyük savaş sahneleri izlemiyoruz filmde. Sadece savaşın o ağır etkileri gösteriliyor bize. Geride kalanların, kaybedenlerin neler yaşadıklarını anlatıyor bir nevi.

2. Dünya Savaşı sırasındaki Nazi Almanya’sı bir çocuğun gözünden anlatıyor filmde. Başlarken ölümün konuşmalarıyla başlıyor film, sanki bir masal anlatıyormuş gibi. O anda sizi fazla etkilemese de ilerleyen sahnelerde ölüm her can aldığında sanki içinizden bir parça kopuyor ve o zaman etkilemeye başlıyor sizi. Liesel Meminger, tren yolculuğu sırasında kardeşinin ölümünün gözlerinin önünde gerçekleşmesiyle daha dokuz yaşında ölümle tanışıyor. Bu olay üzerine annesinin durumu ona bakmaya müsait olmadığı için Hans ve Rosa Hubermann’a evlatlık olarak veriliyor. Ve bir daha anneden haber alınamıyor. En güzel, en iyi, akordeon kalpli bir baba ve her ne kadar kaba görünse de bir o kadar yumuşak bir kalbi olan bir anneye sahip oluyor aslında Liesel. Ve bir zaman sonra evlerine misafir olan Yahudi Max ile de aralarında farklı bir bağ oluşuyor. Ve Rudy, sapsarı saçları ve koruyucu tavırlarıyla hem Liesel’in en yakın arkadaşı, hem en nefret ettiği insan hemde en hoşlandığı erkek. Tüm bu olanların içinde film esnasında sessiz sedasız ilerleyen savaş. Bütün bunlar yaşanırken kitaplara tutunmuş, onlarla hayatta kalan bir kız Liesel. Aslında hırsızlık değil, başkanın eşi olan Ilsa’nın, kaybettiği oğlunun yerine Liesel’i koyması ve kitapların yakıldığı o dönemde kütüphanesindeki kitapları, kızın ilgisini fark ederek onunla paylaşması ile başlayan bir ödünç alma durumu sadece.
Gördüğüm en mükemmel baba örneklerinden biri Hans. Kendi kızı olmamasına rağmen Liesel’in üzerine titriyor resmen ve bir arkadaş, bir öğretmen oluyor onun için. Rosa ise başlarda ne kadar katı görünse de, Liesel’e kötü davransa da kocaman bir kalbi olduğunu gösteriyor bize ilerleyen dakikalarda. Rudy ise ne kadar sadık, güvenilir bir dost olduğunu defalarca kanıtlıyor Liesel’e.  
Ve filmde Liesel’le aralarında garip bir bağ olan Max. Birden bire ortaya çıkıp Liesel’in en iyi arkadaşı oluyor. Hastalıktan yataklara düşüp ölüm döşeğine geldiğinde Liesel bir an olsun yanından ayrılmıyor, saatlerce başında oturup ona kitap okuyor. Max ile ilgili üzüldüğüm tek durum filmde onunla ilgili konuların yeterince gösterilmemiş olması. Çekilmiş olmasına rağmen bazı sahneler eklenmemiş filme ancak DVD’sinde kesilen bölümler olarak yer alıyormuş neyse ki.
Bütün oyuncuların harika olduğunu söylemek lazım. Ancak Geoffrey Rush’ın o mükemmel baba figürünü kusursuz canlandırması ve en en en güzel olanı da Sophie Nelisse’nin o kadar içten ve gerçekçi oynaması. Bence bu iki isim filmi alıp bambaşka yerlere götürmüş. 
O kadar içten bir anlatıma sahip ki film bu hikayenin içinde yeri geliyor güldürmeyi yeri geliyor gözünüzden bir kaç damla yaş akıtmayı başarıyor. Kusursuz diyemesem de film için en azından mükemmel diyebilirim. Mutlaka izleyin. Puanım 8,0.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder